Bu Blogda Ara

30 Kasım 2010 Salı

bridget jones

bridget jones's diary...
filmin açılış sahnesi...
fonda bir şarkı çalıyor...
all by myself...
bridget çakırkeyif olmuş...
telesekreterinde hiç mesaj yok, kimse aramamış...
morali sıfırın altında....
ve bir anda kendini kaptırıp playback yaparak şarkıya eşlik etmeye başlar.
............
ara sıra ben de öyle kendimi dağıtarak şarkı söylemek istiyorum
............

http://www.youtube.com/watch?v=0D0zfB1l1x0

28 Kasım 2010 Pazar

yalan dostum aşk diye bişey yok

the devil's advocate filminin son sahnesinde esas oğlan ve şeytan arasında şöyle bir diyalog geçer ( kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama şudur temelde)
esas oğlan- peki ya aşk?
şeytan- fazla abartılıyor. kimyasal olarak çok miktarda çikolata yemek ile aynı şey

aşk konusu açıldığında aklıma geliyor bu diyalog . çünkü burda söylenen şey temelde doğru aslında. bazı araştırmalar (ne kadar güvenilir olduklarını bilemem) gösteriyor ki kendini “aşık” olarak tanımlayan insanların beyninde kimyasal olarak bazı değişimler yaşanıyor. bu değişimlerin neticesinde anlamsızca mutlu, keyifli, sorunlara odaklanmaktan uzak hale geliyorlar. bu etkiyi yaratan bazı hormonlar artıyor insanın vücudunda ve biz "aşık oluyoruz"


durum bu olunca şu sorular geliyor benim aklıma;
bir insanda ne görüyoruz ya da ne hissediyoruz da hormonlarımız hareketleniyor , beyin kimyamız değişiyor bir anda? 

bu hormonları yapay olarak tetiklemek mümkün mü?
ve eğer aşk dediğimiz şey böyle bir hormon çorbasıysa duygularımıza nasıl güvenebiliriz?
..................

bir de cinsel yönelim ve aşk konusu var ki iş o noktada iyice karışıyor.
şimdi bizler cinsel yönelimimizi en genel haliyle iki şekilde tanımlıyoruz değil mi? 
eşcinsel ve karşıcinsel 
(tamam tamam biliyorum bunun aseksüeli var, biseksüeli var, bi-curiousı var , var da var . ben de en genel haliyle dedim zaten o yüzden )
neyse işte.daha küçük yaşlardan itibaren cinsel yönelimimizi keşfetmeye başlıyoruz ve zamanı gelince de net olarak tanımlıyoruz. 
ve hepimiz cinsel yönelimlerimiz doğrultusunda aşık oluyoruz değil mi?
hadi bu kadar kesin konuşmayalım , istisnalar vardır diyelim ama çoğunluk için bu önerme doğru. 
e o zaman nedir ki aşk dediğimiz şey? 
acaba kendimizi hayvanlardan ayırt etmek , onlardan üstün olmak için aşkı mı icat ettik?
acaba gerçekten çok mu abartıyoruz aşkı?
var mı cevabı olan?

24 Kasım 2010 Çarşamba

evlenmek gerek



vardır böyle "evlenmek gerek" anneleri... ve bu annelerin yetiştirdiği evlilik delisi kızlar. hep evlilik hayalleri kurarlar. kendilerine evlenmek için sınır yaşlar belirlerler. 
"28 yaşımda evli olmalıyım"

çok şükür benim annem bu annelerden değil. o öyle olmadığı için ben de mutlaka evlenmeliyim diye düşünen kadınlardan olmadım.
evlilik düşmanı değilim, evlenmek istemiyor da değilim. ama benim için evlilik zorunluluk değil.

bence insan sadece "evlenmek" istemez, istememeli,  insan "biriyle" evlenmek ister. gelinlikli fotoğrafların hayalinde boş bir yüz değildir evlilik. biri gelsin orayı doldursun da kim olduğu önemli değil diye düşünülmez. böyle bir şey değil benim için evlilik.

eğer ki günün birinde "doğru" insanla tanışacak kadar şanslıysanız ne mutlu size. o zaman başlayın evlilik hayalleri kurmaya, gelinlik modelleri seçmeye, çocuklarınıza isim düşünmeye. olur da o insan ile karşılaşma şansınız olmazsa da anlamsız evlilikler yapmayın olur mu? mutlu olmanın başka yollarını arayın, bırakın arkanızdan "evde kalmış" desinler.

unutmayın önemli olan gelinlik giymek değil, o gelinliği üstünüzden kimin çıkaracağı ;)

23 Kasım 2010 Salı

ya evde yoksan

bu gece yazasım gelmedi o yüzden bir şarkı gelsin . orhan baba söylüyor ;



bir de şöyle bir şey vardı;



"ihihihi olur mu öyle şey çocuklar? ben hep evdeyim"

15 Kasım 2010 Pazartesi

pms

pms...
premenstrual syndrome...
adet öncesi sendromu...
kadınların çilesi, erkeklerin korkulu rüyası...

en genel tanımıyla şöyle bir şey ;
http://en.wikipedia.org/wiki/Premenstrual_syndrome

her ay belli dönemlerde kurt adamların dolunayda dönüşmesi gibi biz kadınlar da değişiyoruz. patlamaya hazır ayaklı hormon yığınları haline geliyoruz. beynimizin ve vücudumuzun kontrolünü kaybediyoruz. herkes, herşey bize karşı gibi gelmeye başlıyor. alıngan oluyoruz. sinirli oluyoruz. kavgacı oluyoruz. 
ve en kötüsü de bunları sanki sadece erkeklere eziyet olsun diye yapıyormuşuz gibi bir muameleye maruz kalıyoruz. 

hayır efendim şımarıklık yapmıyoruz biz, derdimiz size eziyet etmek değil, biz de memnun değiliz her ay bir haftamızı hormon çorbası halinde geçirmekten... 
mesela ben bazen o kadar gergin oluyorum ki biri ters bir laf etse de üstüne uçsam diye bekler hale geliyorum. kim ister ki böyle bir canavar haline dönüşmeyi?

iş sadece sinirli olmakla da bitmiyor. yorgun oluyoruz, ödem yüzünden her yerimiz şişiyor, karnımız ağrıyor, başımız ağrıyor, belimiz ağrıyor, vücudumuz o kadar çıldırıyor ki saçlarımız bile asileşiyor kesinlikle şekle girmiyor. 
hadi diyelim gerginlik bizim şımarıklığımız, sırf size gıcıklık olsun diye yapıyoruz. e sorarım o zaman diğer belirtileri nasıl açıklayacaksınız?

biz de biliyoruz bu dönemlerimizde idare edilmesi zor insanlara dönüştüğümüzü ama bu kadar da zor olmamalı biraz anlayış göstermek. yaşadığımız sıkıntıların gerçek olduğunu kabullenmeniz bile yeterli bizim için.

eh erkeklere bir de güzellik yapayım. alın size pms dönemlerinden sağ kurtulmak için ipuçları ;


13 Kasım 2010 Cumartesi

şarkıların gücü adına

müzik dinlemek diye bir aktivite var hayatlarımızda. tanımadığımız bazı insanların bir araya getirdiği notalar, kelimeler bizim için çok anlamlı hale gelebiliyor zaman zaman. çok enteresan değil mi bu sizce de??


bulunduğumuz ruh haline göre şarkılar seviyoruz, onları dinliyoruz, sanki birileri bizi anlatıyor gibi hissediyoruz ya da şarkılar duyuyoruz keşke beni anlatsaydı dediğimiz. bazen de bir araya getirilmiş o kelimeler ve notalar ruh halimizi "yaratıyor". kendimizi bir anda hüzünlenmiş ağlarken ya da hadi bakalım oturmaya mı geldik ohhh yandan neşesinde bulabiliyoruz. 


zaman zaman da kendi içimizde bölünüyoruz. mantığımız başka şarkılar dinlemek, söylemek isterken isterken duygularımız başka notalara çekiştiriyor bizi. 


diyelim ki korkunç bir aşk acısı çekiyoruz. o kadar büyük ki bu acı öleceğimizi sanıyoruz. ( bu arada kabul edelim ki normal kabul edilen akıl ve ruh sağlığına sahip hiç kimse aşk acısından ölmemiştir bugüne kadar. süründürür ama öldürmez. bunu bile bile her seferinde öleceğimizi sanmamız ise bambaşka bir konu bence) neyse ne diyordum?
evet aşk acısı...
acılar içinde kıvranıyoruz. duygularımız bizi damardan şarkılara yönlendiriyor. yalvar yakar, geri gel diye inleyen, salya sümük ağlayan şarkılar dinlemek istiyoruz. sezen aksu dinliyoruz mesela. yaramızı iyice deşsin, perişan etsin bizi diye. 
ama mantığımız bakıyor olacak gibi değil bir noktadan sonra karşı çıkmaya başlıyor bu duruma. tek el havada söylenen ( evet o şarkılar tek el havada söyleniyor, bir daha söylediğiniz zaman dikkat edin o el otomatik olarak kalkacaktır havaya) demet akalın şarkıları dinlememiz için dürtüklüyor bizi. 
sezen aksu ve demet akalın olması şart değil elbette. mantık/duygu savaşında karşı karşıya gelebilecek başka bir sürü şarkı var ama durum budur özetle.

bazen de bir insanın dinlediği şarkılara bakarak hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. her ne kadar fazla güvenmemek gerekse  de bir insanın şarkı seçimleri önemli ipuçları verebilir.

şarkıların gücü adına güç bende .... demek isterdim ama asıl güç şarkılarda.

bu kadar ahkam kestikten sonra benim mantığım ve duygularımdan iki şarkı gelsin ; 
yazı tura attım duygularım kazandı. o yüzden önce nil karaibrahimgil geliyor ve diyor ki "yalnızlardanım"

nasıl zor geldi ayrılmak bu yaz
sevgililer gördüm; kıskandım biraz
içim boş kaldı, çok yandı canım
artık ne yapsam; yalnızlardanım
aslında çok garip hiç kavuşmadık
tenine az değdim tam karışmadık
içim boş kaldı, çok yandı canım
artık ne yapsam; yalnızlardanım
bir göreyim desem; yok ki yok
bir koklayayım desem; yok ki yok
içim gül biraz, güldür biraz
şunu öldür, kendini güldür biraz
bence yazık oldu çok kısa ömür
insan doğar, aşık olur, ölür
içim boş kaldı, çok yandı canım
artık ne yapsam; yalnızlardanım
özledim desem; yok ki yok
bir şey söylesem; yok ki yok
içim gül biraz, güldür biraz
şunu öldür, kendini güldür biraz 


ve mantığım sezen aksu'dan "adem olan anlar" ile cevap veriyor.


ben bu dünyaya bir türlü alışamadım
bu yüzden insan içine karışamadım
bana mı sordunuz adımı koyarken
bir küstüm bir daha barışamadım
uyumlu faniler bana uyumsuz derler
delirttiniz beni ey ehven-i şerler
uzlaşırsam namerdim ateşe verseler
garanti muhabbetlere yılışamadım
ha desem olmaz a ha desem olmaz
birine uysa öbürüne uymaz
yalelli yalelli yalelli o zaman
sürüden ayrılanları kurtlar yer
arkanı sağlama al ey akıllı beşer
ben çatlarım kurallara uyarsam eğer
ruhumu şeytanla bölüşemedim
herkesin münasip bir dayısı var
e insanoğlu bu iyisi, ayısı var
benim zarar bildiğim elaleme kar
adamını bulup da uyuşamadım
ha desem olmaz a ha desem olmaz
birine uysa öbürüne uymaz
yalelli yalelli yalelli o zaman
ben seni de sevmedim adem
doğruyu duymak istiyorsun madem
alt tarafı bir elma yedik beraber
zehir-i zıkkım oldu bize bal badem

12 Kasım 2010 Cuma

daralmak

eski bir türk filmi vardır "çıplak vatandaş" diye. hatırlar mısınız bilmem? şener şen oynardı. orta direk, dar gelirli memur İbrahim Bey'in hikayesidir. bir çok ek işte çalışmasına rağmen bir türlü geçim sıkıntısından kurtulamayan orta direğimiz sonunda çıldırır ve çırıl çıplak soyunup sokaklarda koşar. filmin unutulmaz repliği ise İbrahim Bey'in "yetmedi... yetiremedim" şeklindeki isyanıdır.

işte ben de bazen kendimi böyle hissediyorum. geçim sıkıntısı yüzünden değil ama insanlar yüzünden kayışımın kopma noktasına geldiğini hissediyorum. pencereyi açıp avaz avaz bağırasım geliyor. elime geçen eşyaları sağa sola fırlatsam kırsam döksem ne güzel olurdu diye hayaller kuruyorum. sokaklara fırlayıp deliler gibi koşmak, insanlara tükürüp kaçmak istiyorum. "yetmedi...yetiremedim" diye yakaları yapışıp sarsasım geliyor.

neden kimse beni sevmiyor ühühü diye ağlayacak değilim. ama nasıl oluyor da herkes tereddütsüz şekilde benden vazgeçebiliyor merak etmiyorum desem yalan olur. gerçekten bu kadar mı vazgeçilebilir bir insanım ben?  kimsenin hayatında boşluk yaratmıyor mu yokluğum? neden kimse benim için savaşmıyor?

bu da benim isyanım işte. yetmedi yetiremedim ben bu insanlara. ne yaptığım önemli değil. ne yaparsam yapayım yetmiyor kimseye.... yetmiyor...yetiremiyorum....

sokaklarda çığlık çığlığa koşasım var bu günlerde... belki ben de çıplak vatandaş gibi soyunabilirim bile. kimin ne kadar delireceğini kim bilebilir ki?

11 Kasım 2010 Perşembe

oyuncak

hani çocuklara yeni oyuncak alındığı zaman sürekli onunla oynamak ister, elinden hiç bırakmaz, onun için dünyadaki en güzel şeydir o oyuncak.

işte bu blog da benim için yeni bir oyuncak. sürekli acaba bugün ne yazsam diye düşünüyorum. uyumadan önce kafamda yazılar tasarlıyorum, evet evet bunu kesin yazmalıyım diyorum. cümlelerimi hazırlıyorum. sonra beğenmiyorum, kafamdaki hayali silgi ile siliyorum. sonra bir daha yazıyorum, bir daha yazıyorum, bir daha yazıyorum. düşüne düşüne uyuyakalıyorum.

sonra bir bakıyorum sabah olmuş. kahvemi alıyorum, geçiyorum bilgisayarın başına ve yazmaya başlıyorum bir gece önce hazırladığım cici yazılarımı.

ama bir dakika? dün gece bunlar benim kafamdayken çok güzellerdi. ne kadar emindim mükemmel olduklarına. şimdi kelimeleri karşımda görünce hiç de güzel gelmiyorlar bana. bunlar benim cümlelerim olamaz. olmamalı...

üzülüyorum...
oyuncağı ile nasıl oynayacağını bilemeyen bir çocuğum ben.

ama seviyorum oyuncağımı ve o kadar kolay vazgeçmeye niyetim yok.

nefret

nefret... ne kadar büyük bir sözcük değil mi? ben de dahil bir çok insan çok rahat kullanıyor bu sözcüğü. şundan nefret ediyorum, bundan nefret ettiğim, en nefret ettiğim şeylerden biri bu vs...
ama düşünüyorum bazen. ben hayatıma giren hiç kimseden ya da karşılaştığım hiçbir şeyden gerçek anlamda nefret etmedim. sevmediğim olmuştur, hayatımda istemediğim olmuştur, ağzının ortasına bir tane patlatasım gelmiştir. ama nefret etmedim.
belki de nefret etmek istemedim. ağır bir yük nefreti taşımak. insanı yoran, yıpratan, içten içe parçalayan bir duygu olsa gerek. nefret edecekleri şeylerle karşılaşmış insanları düşünüyorum, merak ediyorum o yükü nasıl taşıyorlar. atmak isteseler nasıl atacaklar üstlerinden o ağırlığı ya da atmak istiyorlar mı?
aman sakın yanlış anlaşılmasın. bakın ben ne kadar sevgi dolu bir insanım diye caka satmak değil derdim. tam tersine sevmediğim o kadar fazla insan, durum, yemek, eşya, şehir var ki saymakla bitiremem.
ben sadece o kadar can yakacak bir durumda kalmamış bir insanım. umarım kalmam da çünkü nefreti taşıyacak kadar güçlü bir insan değilim ben...

10 Kasım 2010 Çarşamba

1

kendimi hiçbir zaman yazarak ifade edebilen bir insan olmadım. mimiklerim, ses tonum ve gözlerim olmadan hep eksikti bence anlattıklarım
ama ne yaptım?
kendini yazarak anlatamayan birinin yapması gereken en son şeyi yaparak blog yazmaya karar verdim. böyle bir blog için ne denebilir ki diye düşündüm? sayıklamadan başka birşey gelmedi aklıma.
ha niye prenses derseniz ? bir kere baştan anlaşalım. kendini prenses sanan kadınlardan değilim. sadece e-mail adresime en yakın bulduğum ismi seçtim blog için.
ne yazıcam, ne zaman yazıcam, yazdıklarımı okuyan olacak mı gibi cevabını bilmediğim sorular var şu anda kafamda. memnunum kafamda bu soruların olmasına. böylece başka soruları bir süreliğine bile olsa bastırabiliyorlar.
daha ilk yazımda kendimi anlatmak istemiyorum uzun uzun. önümüzde uzun zaman var heyecanımızı kaybetmeyelim bence :)